Kaza ve Kader

“Ne yeryüzünde ne de kendinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta (yazılmış, ezelî bilgimizle tesbit edilmiş) olmasın. Şüphe yok ki, bunlar Allah için kolaydır. (Başınıza gelecek olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah’ın) size verdiği ile sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendisini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid (57) : 23)

Kaza ve kadere iman İslam’ın Amentüsü’nde, yer alan önemli iman esaslarından birisidir:

Kader; Yüce Allah’ın, en küçüğünden en büyüğüne kadar kainatta cereyan edecek olan bütün olayları ezelde bilmesi ve takdir etmesi, kaza da, yeri ve zamanı geldikçe bu olayları yaratmasıdır.

Görüldüğü gibi bu iman esası aslında doğrudan doğruya Allah’a iman ile ilgilidir. Bu inancımızla biz, Allah’ın tek yaratıcı olduğunu, sonsuz bir kudret, irade ve ilme sahip bulunduğunu bir kere daha teyit etmiş oluyoruz.

Evet, bu inancımızla bir kere daha vurguluyoruz ki, hakiki manası ile bu kainatta Allah’tan başka bir yaratıcı yoktur. Her şeyi O yaratmaktadır. O’nun iradesine karşı çıkacak hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bir yaprağın yere düşmesinden tutun da en muazzam olaylara kadar, yeryüzünde, olan biten her şey O’nun takdiri, iradesi, yaratması ve ilmi ile olmaktadır. Bu konuda en ufak bir istisna bile kabul etmek, Yüce Allah’a eksiklik izafe etmek demek olacağından Allah inancını zedeler.

Kaza ve kadere iman konusu muhteva olarak Kur’an’ın pek çok suresinde ve ayetinde işlenmekle birlikte Kur’an’da iman esaslarının topluca ve peş peşe sıralandığı yerlerde(1) ayrı bir iman unsuru olarak zikredilmemiştir. Çünkü yukarda da belirttiğimiz gibi, bu esas Allah’a imanın içinde zaten vardır.

Fakat meşhur “Cibril” hadisinde(2) kader inancıyla, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği prensibine imanın altıncı bir unsuru olarak yer verilmiştir. Hiç şüphesiz bu, Kur’an’da olmayan bir şeyi ilave değil, bilakis onda zaten var olan bir prensibe dikkatlerin çekilmesinden ibarettir.

Kaza ve kader inancının vurguladığı ilk prensip Allah’ın mutlak irade sahibi oluşu ve O’nun iradesi karşısında duracak hiçbir güç ve kuvvetin olmadığıdır. Bu konuda pek çok ayet vardır.(3)Biz bunlardan sadece birisini buraya almakla yetinelim :

“Şüphesiz Rabbin istediğini yapandır.” (Hud(11) : 107)

Ayette de ifade edildiği gibi, Allah mutlak irade sahibidir ve O’nun iradesi bütün iradelerin üstündedir. Yüce Allah’ın bu iradesine küllî irade denmektedir. O’nun insanlara verdiği sınırlı bir irade vardır ki, buna da cüz’î irade denmektedir. İşte insan kendisine verilen bu cüz’î irade çerçevesinde yaptıklarından mesuldür.

Hiç şüphesiz kainatta cereyan eden olayların çoğu bizim irademizi aşmaktadır. Biz onlardan zaten sorumlu değiliz. Mesela şahsımızla ilgili olarak bile, ne zaman, nerede ve nasıl doğup öleceğimizi, anamızı, babamızı, memleketimizi, ırkımızı biz tayin etmiyoruz. Ama bunların dışında, insan olarak bize geniş bir saha bırakılmıştır ve zaten bizim sorumluluğumuz da bu sahada cereyan etmektedir.

İşte bu sahada bir zorlama ile karşılaşsak, yani haşa Allah bizi bütün direnmemize rağmen zorla, mesela katil veya hırsız yapsa, hem de bizi bundan sorumlu tutsa bu elbette bu büyük bir zulüm olurdu. Yüce Allah için elbette böyle bir şey düşünülemez. Böyle bir zorlama ile karşı karşıya olmadığımızı da, zaten kendimiz pratikte yaşayarak bizzat görüyoruz.
Nitekim, Yüce Allah da pek çok ayette, kullarına asla zulmetmeyeceğini vurgulu bir şekilde ifade etmiştir :

“Allah, insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar (kendi) kendilerine zulmederler.”(Yunus (10): 44)

Şu ayetlerde de, başımıza gelen her şeyin aslında Allah’tan geldiğini, fakat, bunlardan iyi olanların O’nun bir lütfu olduğunu bilip, kötülerinin ise kendimiz yüzünden olduğunu bilmemiz gerektiğini vurgular:

“Onlara bir kötülük gelse: “Bu senin yüzündendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah tarafındandır.” Bu topluma ne oluyor ki hemen hemen hiç söz anlamıyorlar. Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de kendin (yani kendi yaptığın bir günah ve bir hata) yüzündendir.”(Nisa(4) : 78-79)

İkinci prensip: Yüce Allah’ın kainatta cereyan edecek bütün olayları, özellikle bizim kendi tercih ve irademizle neler yapacağımızı ve aklımızdan neler geçirdiğimizi önceden bilmesi de gayet doğaldır.

Zaten Allah Teâlâ için zaman ve mekan söz konusu değildir. Dolayısıyla O’na göre, örneğin bundan bir asır öncesi ile bir asır sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ayrıca detaylarda bile olsa Allah’ın bilemediği birtakım şeyler olabileceğini farzetsek bu O’nun ilahlığına ciddi bir gölge düşüreceğinden mümkün değildir.

İşte Yüce Allah’ın sonsuz ilmini vurgulayan bazı ayetler.

“Gaybın (görünmez bilgilerinin) anahtarları O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, -ki mutlaka onu bilir- yerin karanlıkları içine gömülü bir dane, yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir Kitap’ta bulunmasın.”( En’am (6): 59)

Görüldüğü gibi Yüce Allah bu ayette ilminin her şeyi kuşattığını gösteren çok değişik, enteresan ve canlı örnekler vermektedir. Bunlar arasındaki yaprak örneğini okuyunca insanın gözünde dünya kurulalı beri ve kıyamete kadar dallarından düşecek yapraklar canlanmakta ve sayıların bile alamayacağı kadar bu kadar sonsuz sayıda yaprağın bilgisi karşında akıllar dehşete düşmektedir.

“Bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep O’nun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Şüphe yok ki, bunlar Allah için kolaydır.”(Fatır(35): 11)

Bu ayetten de Allah’ın ilmi ile, Allah’ın ‘her şeyin bilgisini içine almış olan “Kitab”ı arasında hiçbir fark olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü, Allah’ın sonsuz ve sınırsız bilgisi bu muazzam kitapla müşahhaslaştırılmış olmaktadır. Bu “Kitab”a Kur’an’da, “Levh-ı Mahfuz”(4), “Ummu’l- Kitab”(5) ve “İmam-ı Mübin”(6) isimleri de verilmiştir.

Allah’ın olmuş olacak her şeyi, en ince teferruatına kadar bilmesi O’nun yüceliğinin tabii bir sonucudur. Eğer O’nun bilmediği, eksik bildiği veya yanlış bildiği bir takım şeyler olmuş olsaydı O zaten gerçek mânâda bir ilah olamazdı.

Kaderin insanlarla ilgili olanına dilimizde “Alınyazısı” adını vermişiz. Yüce Allah’ın bu bilgisinin, yani kaderin değişmesi mümkün değildir. Çünkü kader, sonunda olacak olan ne ise onun Allah indindeki bilgisidir. “Kaderi değiştirme” deyimi belki mecazî anlamda doğru olabilir. Yani işler hep kötüye giderken insan kendi çalışması ve çabası ile kötü gidişi durdurabilir ve kötü sondan kurtulabilir.

Ama, aslında bu da kader çerçevesinde gerçekleşen bir olaydır. Çünkü Yüce Allah, olayın o şekilde başlayacağını, şu şekilde gelişeceğini ve sonuçta da şöyle veya böyle gerçekleşeceğini elbette önceden biliyordu. Aksi takdirde Allah’ın yanılmasının kabul edilmesi gerekir ki, böyle bir şey asla düşünülemez. Dolayısı ile, alınyazısını veya kaderi değiştirmek diye bir şey söz konusu değildir. Bu sebeple mecazî anlamda da olsa böyle yanlış ve tehlikeli ifadelerden kaçınmak gerekir.

Bundan başka kişinin, ”Allah benim kaderimi önceden tayin etmiş” deyip bir suç işlediğinde kendisine ”kader kurbanı” diyerek suçu dolaylı olarak Allah’ın üstüne atması da büyük bir zulümdür. Zira Allah’ın bu bilgisi bizi bir şey yapmaya zorlayan bir bilgi değildir. Ve Allah, kötü fiillerden asla razı olmadığını da belirtmiştir.. Kaldı ki, olay gerçekleşmeden biz zaten hakkımızdaki bu bilginin ne olduğunu da bilmiyoruz. Biz bütün yaptıklarımızı kendi tercihimiz doğrultusunda ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız alınyazımızın hiç etkisinde kalmadan yapmaktayız.

Bu sebeple biz yaptığımız bir suçu, bilmediğimiz bir bilginin üzerine atamayız. Şayet bizim alınyazımız elimize yazılı olarak önceden verilmiş ve sen bunların dışına çıkamazsın denilmiş olsa idi bu takdirde biz bir robot durumuna düşmüş olurduk. Ve yaptıklarımızdan sorumlu tutulmamız da o zaman anlamsız olurdu. Halbuki böyle bir durum asla söz konusu değildir.

Üçüncü prensip ise, her şeyi yaratanın Allah Teâlâ olduğunu kabul etmektir. Bu husus pek çok ayette açıkça ifade edilmiştir. İşte bunlardan birisi: “Allah her şeyin yaratıcısıdır.”(Zümer(39):62)

Bunun hiçbir istisnası yoktur. Bizim yaptıklarımız da dahil olmak üzere küçük-büyük, kainattaki bütün varlıkların ve olayların yaratıcısı Allah’tır.(7)

Fakat bu durum bizi yanlış bir kader inancına götürmemelidir. O da şudur: Madem ki, bizim yaptıklarımızı da Allah yaratmaktadır o halde bizim yaptıklarımızdan sorumlu olmamamız gerekir. Burada göz ardı edilen nokta, evet bizim fiillerimizi Allah yaratmaktadır ama, bizim irademiz ve isteğimiz doğrultusunda yaratmaktadır. Yani iyiliği veya kötülüğü seçip isteyen biziz ama yaratan Allah’tır. Biz işte bu seçimimiz ve tercihimizden dolayı sorumluyuz.

Mekke müşrikleri de işte böyle yanlış bir kader inancına sahiptiler. Şöyle düşünüyorlardı: “Bu dünyada her şey Allah’ın istediği gibi olmaktadır. Biz hiçbir şeyi değiştiremeyiz, her şeyi olduğu gibi kabullenmek zorundayız”. Bunun için her yaptıklarını Allah’a isnad ediyorlar ve suçu da Allah’a atıyorlardı. Böylece bütün uygulamalarını doğru göstermeye çalışıyorlardı. İşte aşağıdaki ayette de açıkça görülebileceği gibi içinde bulundukları şirk inancını bile Allah’a isnad ediyorlardı:

” (Allah’a) ortak koşanlar diyecekler ki: “Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız ortak koşmazdık, hiçbir şeyi de haram yapmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da öyle demişlerdi de nihayet azabımızı tatmışlardı. De ki: “Yanınızda bize çıka(rıp gösterece)ğiniz bir bilgi var mı? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” (En’am (6): 148)

Görüldüğü gibi müşrikler demeye getiriyorlar ki, “Madem Allah bizi böyle müşrik yaratmış, bu durumdan razı ki böyle yaratmış. Eğer razı olmamış olsaydı biz böyle olmazdık.” Onlar bu yorumları ile kendilerini meşrû gösterme gayreti içindeydiler.

Fakat yine açıkça görüldüğü gibi Yüce Allah böyle tamamen sakat bir inancı şiddetle reddetmekte ve ellerinde buna dair hiç bir delilleri olmadığını belirtmektedir. Evet Allah onları müşrik kılmış ama bunu kendileri öyle istedikleri için yapmıştır. Bu sebeple onlar durumlarından bizzat kendileri sorumludurlar.

Müşriklerin bu sakat anlayışlarına başka bir örnek de, kendilerine yapılan “Allah’ın size verdiği rızktan fakirleri de faydalandırın” teklifine: “Allah’ın mahrum bıraktıkları kimseleri biz mi doyuralım?”(Yasin (36): 47) diyerek karşılık vermeleridir. Yani demek istiyorlardı ki: “Allah öyle uygun bulmuş onları fakir kılmış. Şimdi biz onları bu durumdan kurtarıp doyurmaya kalkışırsak Allah’a karşı çıkmış oluruz.” Ne kadar yanlış bir anlayış. Çünkü, fakirlere yardım etmeyi isteyen ve durmadan bunu tekrar eden Yüce Allah’tır. O halde aslolan O’nun bu emridir. Bir takım sakat mantık oyunlarıyla O’nun adına fikir yürüterek hüküm vermek değil!

Her şeyin yaratıcısı Allah olmasına rağmen Yüce Allah Kur’an’da bizim yaptığımız fiilleri yine bize isnad eder:

“Her kim iyi ve yararlı işler işlerse kendi lehine işler, her kim kötülük işlerse kendi aleyhine eder. Rabbın kullarına asla zulmedici değildir.”(Fussilet(41) 46)

Hiç şüphesiz bunun sebebi daha önce de ifade ettiğimiz gibi, yaptığımız işleri kendi istek ve irademizle yapmamızdan dolayıdır. Biz bir işi yapmayı tercih ederiz, Allah da bizim istediğimiz o fiili yaratır. İşte bu sebeple Yüce Allah bizi kendi irade ve tercihlerimizle başbaşa bırakmıştır. Nitekim O, bir ayette şöyle buyurur:

“Dileyen inansın, dileyen inanmasın.”(Kehf(18) 29)

Hiç şüphesiz bu ifade ile Yüce Allah insana “ikisi de makbuldur ve geçerlidir; dileyen inanabilir, dileyen inanmayabilir” demiş olmamaktadır. Bilakis bu ifadede bir tehdit söz konusudur. Evet isteyen inanabilir, dileyen inanmayabilir ama herkes tercihinin sonucuna katlanmak zorundadır. Çünkü O, kulları için küfre asla razı olmayacağını açıkça belirtmiştir :

“…Ve O, Kulları için küfre (asla) razı olmaz.”(Zümer(39) 7)

Her şeyin yaratıcısı Allah olduğu gibi, insanları hidayete erdiren veya saptıran da O’dur. Fakat Yüce Allah bazı insanları hidayete erdirip bazılarını saptırırken bunu elbette gelişi güzel bir şekilde ve rasgele yapmamaktadır. Çünkü bizzat kendisi Kur’an’da kimleri hidayete erdirip kimleri saptıracağını açıkça ilan etmiştir. Biz bunlara burada sadece birer örnek vermekle yetinelim :

” Kim Allah’a inanırsa (Allah) onun kalbine hidayet eder.”(Teğabün(64) 11)

“Onlar (doğru yoldan sapıp) eğrilince Allah da onların kalplerini eğriltti. Allah, fasıkları doğru yola iletmez.”(Saf (61): 5)

Görüldüğü gibi Yüce Allah hiç kimseyi durup dururken hidayete erdirmez veya saptırmaz. Bu konuda ilk tercih ve eğilim insanın kendisinden gelir sonra da Allah onların istekleri doğrultusunda fiillerini yaratır. Hatta her iki grubun da seçtikleri yolu kendilerine güzel göstermek suretiyle seçtikleri yolda onların yol almalarını sağlar.

Çünkü insan yapacağı fiili güzel görmezse iş yapamaz, nötr durumda hareketsiz kalır. Böyle olunca da imtihan gerçekleşmemiş, insanın kendisiyle muhasebe edileceği amel dosyaları boş kalmış olur. Onun için her iki gruba da Allah yaptıklarını güzel gösterir. Bu imtihan ortamının zorunlu bir gereğidir:

“İşte bu şekilde biz her topluluğa yaptıklarını kendilerine güzel gösterdik.” (En’am(6) 108.)

Bu durum da insanın uyanık olmasını gerektirmektedir. Bu sebeple kişi her güzel gördüğü şeyi yapmamalı, onu mutlaka dinin doğru ölçülerine vurup iyice doğruluğuna kanaat getirdikten sonra yapmalı ve bilmediği şeylerin peşine düşmemelidir.

Kader inancının insana verdiği fayda şöyle ortaya çıkmaktadır. İnsan bir işte muvaffak olmak için çalışır çabalar. O işin gerektirdiği her türlü gayret ve sebatı ortaya koyar. Sonunda başarıyı ise Yüce Allah’tan bekler. Başarı gelirse bunu sadece kendisinden bilip şımarmaz. Başarısızlığa uğradığı takdirde ise ümitsizliğe düşmez. Bilakis, başarısızlığının sebeplerini tesbit ederek yeni bir gayret ve hızla yine çalışmaya koyulur..

Her şeyin Allah tarafından takdir edilmiş olduğunu bildiğinden herhangi bir musibet ve başarısızlık karşısında üzüntüden kahrolmaz, yahut herhangi bir nimet ve başarı ile şımarıp gurura kapılmaz. İşte bu noktayı başa aldığımız ayet gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Ne yeryüzünde, ne de kendinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki Biz onu yaratmadan, önce bir kitapta(yazılmış, ezelî bilgimizle tesbit edilmiş} olmasın.

Şüphe yok ki, bunlar Allah için kolaydır. (Başınıza gelecek olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah’ın) size verdiği ile sevinip, şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendisini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.”(Hadid(57) 23)

Nitekim, bunu en iyi bir şekilde Hz. Peygamber ve ashabında görüyoruz. Onlar, herhangi bir işte başarılı oldukları zaman ne zafer sarhoşluğu içinde şımarmışlar ne de bir başarısızlıkla karşılaştıkları zaman bezginliğe kapılıp Allah’ın rahmetinden ümitlerini. kesmişlerdir. Çünkü başa gelmesi mukadder olan bir şey mutlaka gelecektir. Ayrıca, başa gelen şey, biz onu kötü görürken, belki de onda bir takım hayırlar gizlidir. Bize iyi gibi gelen bir şey ise, aslında bizim için kötü de olabilir:

“Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda iyi olabilir, ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(Bakara(2) 216)

Ve yine başka bir ayetin sonunda belirtildiği gibi, Yüce Allah bizim hoşumuzun gitmediği bir şeyde pek çok hayırlar gizlemiş de olabilir.

“Sizin hoşlanmadığınız bir şeye Allah, çok hayır koymuş olabilir.” (Nisa(4) 19)

Görüldüğü gibi, bu inanç mü’mine büyük bir moral ve güç verir. Hiçbir zorluk ve tehlike onu yıldırmaz. Çünkü olacak olur, akacak olan kan akar. Onun için onların tavırları ayet-i kerimede belirtildiği gibi daima şöyledir

De ki : “Allah bizim için ne yazmış (ne takdir etmiş) ise bize ancak o ulaşır. Bizim sahibimiz, efendimiz, Odur. (O, halde) inanlar sadece Allah’a güvensinler.” (Tevbe(9) 151)

Bu inanç, savaş meydanlarında da mü’minler için büyük bir güç kaynağı olmuş, ölümden hiç korkmadan düşmanın üzerine atılabilmişlerdir. Çünkü, ölüm mukadder ise zaten gelecektir. Eğer mukadder değilse, ne kadar tehlike ile karşı karşıya gelinirse gelinsin yine gelmeyecektir. Bu gerçeği de şu ayet açıkça, belirler:

“Her nerede bulunursanız bulununuz, ölüm sizi bulur, sağlam ve yüksek kalelerde olsanız bile…” (Nisa (4) : 18)

Bazıları kaza ve kader inancının, insanı tembelliğe, atalete ve uyuşukluğa sevkettiğini ileri sürerler. Bu tamamen yanlıştır. Böyle bir şey olsa olsa ancak yanlış bir inançtan doğabilir.

Doğru bir kaza ve kader inancı ise yukardan beri açıklamaya çalıştığımız gibi, insan için büyük bir güç kaynağı olur. Olacak olan zaten olur deyip, hiç çalışmadan her şeyi Allah’tan beklemek tamamen yanlış bir harekettir. Bu, tevekkülü yanlış anlamak demektir. Tevekkül kulun kendisine düşeni tam hakkiyle yerine getirdikten sonra takdiri Allah’a bırakmak demektir. Çalışmayı bırakıp Allah’a güvenmek demek değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm(53) 39)

Demek ki çalışmadan bir şey elde etmek mümkün değildir. Yüce Allah bu temel kaideyi bu ayetle bu kadar net, kesin açık ve özlü bir şekilde ortaya koymuştur. O halde mü’min çalışmadan tembel tembel oturup rızkı Allah’tan beklememeli, aksine kendisine düşen bütün gayret ve çabayı ortaya koyduktan sonra gerisini Allah’tan bekleyerek şöyle demelidir :

“Başarım ancak Allah(ın yardımı) iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na yönelirim.” (Hud(11) 88)

Yorum bırakın